3 Eylül 2012 Pazartesi

Bu sorunun cevabını vermek boyumu aşar. Boyumu aşan bir şeye de girişmem. Lakin görünen ve yaşananlar üzerinden değerlendirme yapma hakkımın olduğuna inanıyorum.
Fitne… Bütünü parçalar, parçaları asla bir araya getirmez. Getirmeye çalışanları kara bir lekeyle saf dışı etmeye çalışır. Bir beladır o ve canlıdır. Durduğu yerde kalmaz. Tüm hücrelere ulaşıncaya kadar devinim halindedir. Varlığı ele geçirmek ister. Ele geçirmek istediği varlık tarafından karşı konulduğu sürece zaferini ilan edemez.
Fitne İslam dünyasında zaferini hala ilan edemedi. Yani her şeyi tam anlamıyla bitiremedi. Fitne dönemi fitneye maruz kalanların aslında ne yapacaklarını bildikleri ama bir türlü onu gerçekleştiremedikleri “aklın-elin-kolun” işlemez hale geldiği dönemdir. Fitne döneminin en önemli silahı yok etmeyi üzerine aldığı varlığın /yapının içinde “karar mekanizmasının” oluşmasına mani olmaktır. Bu onun en büyük silahıdır. Ne zaman “karar verme” yetisi gelişir ve “karar mekanizması” oluşur işte o zaman fitne kaçacak yer arar. Çünkü fitne bu vakitten sonra karşısında bir “oyun kurucu” ile mücadele eden bir yapıya karşı mücadele etmek zorunda kalacaktır. Bunu bildiği için tüm varlığıyla bu aşamaya yoğunlaşır, stratejisini buna göre belirler. Tarih boyunca fitne dönemleri bize şunu gösterdi ki fitneye maruz kalanlar kendi içlerindeki “oyun kurucuyu” kaybettikten sonra darbe almaya başladılar. Zannedildiği gibi maruz kaldıkları fitnenin karşı konulamazlığından dolayı değil. Bu gün İslam dünyasının içinde bulunduğu durum da aynı… Geçmiş dönemde karar mekanizmasının zayıflaması onları kazandıklarını kaybetmeye razı etti. İyi-kötü var olan “oyun kurucu”yu da elleriyle oyun dışına ittikten sonra fitnenin gerçek yüzüyle karşılaştılar. Oyunun sonunu maruz kaldıkları fitne değil, kedi elleriyle “oyun kurucuyu” dışarıya atmaları oldu. Fitne böyle zafer kazanıyor. Önce karar mekanizmasını zayıflatıyor ve meşruiyetini zedeliyor sonra da onun “olmamasının daha hayırlı olduğuna” inandırıyor. (Konumuz, bu durumda vebalin kime ait olduğu değil fitnenin takip ettiği yöntemdir.) Sonra herkes kendine gelir ve durumu fark eder. Herkeste tarifi imkansız bir acı vardır. Yara neredeyse orası acır. Acı herkeste aynı yerdedir. Herkes bunun bir fitne olduğunda karar kılar. Teşhis acilen yapılır ama tedavi bir türlü uygulanamaz. Çünkü fitne öyle bir zehir enjekte etmiştir ki devinemezsiniz. Ve bedeniniz üzerinde müdahalelere başlanır. Kimi parçanızı koparır atar, kimi parçanızı başkalaşıma katar. Tüm bunlar olurken sizin bilinciniz açıktır. En büyük intikam böyle alınır işte. Hem acıyı en dibine kadar hissedeceksiniz hem de hiçbir şey yapamayacaksınız. İslam dünyası yıllarca bu acıya maruz kaldı. Bilinç hala canlı küçük devinimler de var fakat o gövdeyi ayağa kaldıracak bir irade yok. Evet teşhisimiz belli; parçalanmışlık. Tedavi de belli İttihad-ı İslam. Peki bu nasıl uygulanacak? Bizim yıllardır süren sorunumuz burada işte. Bu tedaviyi kim üstlenecek. Tedaviyi üstlenecek olan kim ve O’na güvenilecek mi? Koskoca beden kime teslim edilecek. Ya da teslim edilecek bir iradenin varlığına razı mıyız? Eğer İslam dünyasının bir irade üzerinde birleşmesine razı değilsek düşünmeyi şimdiden bırakmak gerekiyor. Ayrıca kişiler/yapılar/devletler belirleyici irade hususunda “tamam” dese bile “kendilerini” iradenin yegane hak sahibi gördükçe tedavi yine uygulanamaz. İslam dünyasının şu an içinde bulunduğu fitne tam da burada bahsettiklerimizdedir. Her toplumda onlarca farklı “yol sahibi” var. Hiç birisi bir araya gelmiyor. Her yapının farklı plan ve projeleri var. Lokal birliktelikler olsa da geçicilikten kurtulamıyorlar. Ve birileri tarafından fitne alevleri hep canlı tutuluyor. Herkes tedavinin “ittihad-ı İslam” da oluğunda hemfikirdir amma velakin herkes de burnundan kıl aldırmayacak kadar bencildir. İşte bilincin açık olup da ayağa kalkamamasının örneğidir bu. Teşhis belli ama çözümün uygulanması neredeyse imkansız hale geliyor. Fitne dönemlerinin en büyük özelliği bu olsa gerek. Çözüm bellidir ama uygulama imkanı imkansızlaşır. Dışarıdaki bir etken tarafından fitne alevi sürekli olarak canlı tutularak yakınlaşmalara mani olunur. Böylece içeride karar verici bir mekanizmanın oluşmasına mani olunduğu gibi dışarıda da “oyun kurucu”nun kim olacağına karar verilemez. İslam coğrafyası kavruluyor, Müslümanlar kavruluyor… Çözüm belli ve herkes şu anda aynı şeyi söylüyor; “İtiihad-ı İslam”. İyi de bu karar alınalı neredeyse 150 -200 yıl oluyor. Herkesin dil birliğiyle söylediği şey yeni fark edilen bir şey değil. Şu anda varılan karar 200 yıldır gerçekleştirilemeyen arzudur. Şu anda varılan “İttihad-ı İslam” kararı her seferinde yenildiğimiz oyunun yeniden bir başlangıcıdır. Her seferinde darbe yiyen müslümanlar her seferinde yeniden “bir olma” kararı alsalar da uygulayamıyorlar. Bu her seferinde yenilip de “haydi başlayalım” demeye benziyor. Herkes aynı oyuna aynı mekana konsantre olmadıkça ve oyunda bir “oyun kurucunun” varlığına gönülden teslim olmadıkça her seferinde yenilip her seferinde “haydi başlayalım” demeye mahkumuz. Haçlı dünyası 1000 yıl boyunca konsantrasyonunu hiç bozmadı ve hedefine ulaştı. “Oyun kurucu” hususunda vardıkları karar ise onların en büyük kararları oldu. Darmadağınık oldukları halde bir yere kulak vermesini bildiler. Çok zor da olsa bunu yaptılar. Şimdi biz tutup da İslam dünyasında “Halife” arayacak değiliz. Ama ittihat için otorite kabul edilecek bir mekanizmanın şart olduğuna da inanıyorum. Aklı selim herkesin de “kendisinin etrafında toplanılacak bir gücün” gerekliliğine inandığını düşünüyorum. Yoksa sizin en küçük zerrenize bile koskoca bir kütleyle gelen bir güce nasıl karşı koyabilirsiniz ki? İttihad-ı İslam ya da Ümmetin Birliği sözü bana hep “cennetin vaadi” gibi gelir. Bu kadar değerlidir ama bir o kadar da zor bir şeydir. Mükellefiyet yükleyen bir şeydir bu. Dilekle ele geçecek bir şey değildir, gereğini yapmakla ele geçebilir. Görünen o ki hala dilekten öteye geçemedik. Ümmeti Birliği için en azından şunların gerçekleşmesi gerekir: 1-İlk iş olarak herkes aynı oyuna ve aynı mekana konsantre olacak. 2-Kriter Peygamber (sav)’in ve ashabının tecrübesi olacak. Kimse kendi tarihsel tecrübesini bayraklaştırmayacak. 3-Kimse kendini ön plana çıkarmayacak, kendiyle birlikte olanı tüm alemin kurtuluşu gibi görmeyecek. Gerektiğinde diğerinde yok olmayı bilecek. Bu basit sıralamayı kendimizi test etmek için yaptım. Şimdi soralım; kaç kişi kendi tecrübesini bırakıp karşıdakinin tecrübesine güveniyor? Kaç tane cemaat bir başka cemaatle birlikte hareket etmekten haz alıyor? Hangi topluluk Ümmetin Birliği adına bir başka bir toplulukta yok olmaya razı? Kendi varlığını korumak adına dini bile hiçe sayacak kadar fitnenin içine yerleştiği yapılar var olduğu sürece Ümmetin Birliği nasıl gerçekleşecek? Kaç tane cemaat/tarikat vs. kendilerini ayrıcalıklı havalardan kurtarıp sahabe gibi davranacak? Bu da İslam’ın zenginliği diyerek farklılığını dominant (baskın-konum belirleyici) hale getiren düşüncelerle nasıl “birlik” oluşturulacak? Vahdeti oluşturmak dilekle gerçekleşmiyor. Ümmet Olmak; gerektiğinde farklılığı ön plana çıkarmadan tüm birikimleri feda edebilmektir. Bu soruların cevabını kalbimiz mutmain bir şekilde olumlu olarak cevaplandırıyorsak ben bu yazımın tamamında hatalıyım demektir. Ama eğer cevaplarımız olumsuz ise şunu görmeliyiz ki; Kullar kendi tecrübelerinden başka bir şeyi savunmuyorlar. Allah ise bu işi kullarının gönüllerine ve tecrübelerine bırakmadı. İçinde temas edilmiş güzel konuları olsa da benim eleştirdiğim bir film vardı; Bab Aziz… Bir İran filmidir. Film kısaca şöyle; Aşıkların her 30 yılda bir buluştukları şölen vardır. Her 30 yılda bir aşıklar o buluşmaya gidebilmek için düşer yola. Yaşam biçimleri ve felsefeleri farklı farklı tipler sanki bir sese gider gibi düşerler yola. Yola düşenler bir zaman sonra farklı yollara ayrılırlar. Burada “maksat aynı yere varmaktır” mantığını kazandırmaktır. Gidilen yolların değişik olması gidilen yer ile bağlantıya halel getirmez anlayışı salık verilir. Aşıkların şöleni ise tam bir curcunadır. “Ne olursan gel” felsefesidir. Kimse ne olunması gerektiği mükellefiyetinde değil. Bir hedef var ve bu hedefe ne olursan, nasıl olursan ol gelebilirsin. Yola düşenin niteliği önemli değil; sonunda buradasın. Kısaca filmde varılacak bir hedeften ve bu hedefe ulaşmak isteyen kişilerden bahsedilir. Onlardan istenen oraya yönelmektir. Nasıllığı önemli değildir. Ve sonunda hedefe mutlaka varılır. Fakat bizim durumumuz bu değil. Bizim yollarımız ayrıldıkça, niteliklerimiz birbirimizden farklılaştıkça, nasıllığımızı sorgulamaktan uzaklaştıkça heva ve hevesimize teslim oluruz. Biz “nasıl olursak olalım aynı yere varacağız” imanıyla yola çıkamayız. Bu bir zenginlik de olamaz. Ümmetin farklı düşünmesinin bereket olduğu imanının da ispatı olamaz. Aksine “Allah kalplerinizi darmadağın eder” imanının ispatı olabilir. Bu söylediklerimizden tek tip insan derdinde olduğumuz anlaşılmasın. Biz niteliklerimiz birbirine yaklaştıkça hedefe ulaşabiliriz; farklılaştıkça değil. 1400 yıllık sürecimiz bize bunu gösterdi. Yol tekdir, kıyısından köşesinden biraz sapmalar olabilir ama kimse kendi kafasına göre yolları belirleyip “bu da bizim zenginliğimiz” kurmacasına gidemez. O zaman ayet sizin karşınıza çıkar ve bir şeyi hatırlatır size; “ben de onların yollarına oturacağım ve hepsini saptıracağım” diyen şeytanı. Ben yolların farklılığında zenginlik görenlerin tarafında değilim, aksine bunun parçalanmışlığın kaynağı olduğuna inanıyorum. Ve bunların karşısına İbn-i Ömer gibi bir adamı çıkarmak isterdim. 100 yaşında olmasına rağmen çok uzun ve zorlu da olmasına rağmen sırf Peygamber (as)’ın gittiği hac yolu olduğu için onun dışında bir hac yolu aramayan bu adamı getirip balyoz gibi kafalara vurmak isterdim. Böyle sapmaların olduğu zamanda ok gibi kararlı bir adamı dikmek lazım karşımıza. İşte o zaman anlaşılır nereden nereye gelmişiz. Yolumuz belli, bize nitelik lazım… Herkes kendi cennetinde yaşamak istiyor. Kimse kendisine vaat edilmiş cennete koşmuyor. Herkes kendi oyununu oynuyor. Hakiki Oyuna konsantre olamamamızın sebebi de bu. İslam adına ne yapılması gerektiğinden daha çok etnik unsurların varlığını koruyarak bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Yani yapıların varlığını koruyarak, onların konumlarını “evetleyerek” yeni bir hamle ile İttihad-ı İslam oluşturulmaya çalışılıyor. İslam bu etnik yapıların kurtarıcısı olacak… İslam hakkında vazifeli olanlar İslam’ı kendilerine vazifeli kılmaya çalışıyorlar. Osmanlı’nın Panislamizmle “kendini korumayı amaçladığını” dini korumaya çalışmadığını söyleyen zevatın bu günkü İttihad-ı İslam anlayışına bir göz atmaları gerekiyor. Bunu dillendirenlerin ne kadarı gerçekten İslam’ın kendilerine hakim olmasını istiyorlar. Öyle ki İslam olmayı diğer İslam olanlarla ayrışma sebebi görecek kadar diğerlerine itibar etmeyen topluluklar ve toplumlar arasında nasıl ittihad oluşturulacak? Ben imkansızlığa inanmıyorum. Zira Allah var. Ama konumuz dahilindeki parçaların da mevcudu koruyarak bir bütün oluşturmaya çalıştıklarını da görüyorum. Kullar bu taleplerinde Allah’a yardımcı olmak zorundalar. Samimi olduklarını izhar etmek zorundalar. Benlikleri ile hareket ettikleri sürece bedel ödemeye devam edeceklerdir. Ümmetin bir araya gelmesi milletlerin parçalanmışlığını kabul edip o etnik yapıların araya getirilmesiyle gerçekleşmez. Ümmetin birliği aynı kazanda pişmeye razı olduktan sonra gerçekleşir. Malzemeleri ayrı ayrı kaplarda pişirilen bir yemek değildir ümmetçilik. Birisi biraz önce birisi biraz sonra olur ama eninde sonunda herkesin aynı şey olma adına aynı kaba girdikleri bir pişme halidir Ümmetçilik. Yani işin özü, etnik unsurların korunarak oluşturulmaya çalışılan bir ümmetçilik yeni bir darbenin başlangıcıdır. Müslümanlar ümmet halinden millet olma haline geçtikten sonra yıkıldı. Ne garip ki ayağa kalkışımızı “millet/devlet/toplum” gibi ayrışmaları hala da canlı tutarak bir sonuç elde edilmeye çalışılıyor. Her toplumun ayrı tecrübesi var ve hiçbir tecrübe neredeyse bir diğerine güvenmiyor. Bu düşüncenin başka bir tecrübeyi ilgilendirdiği bizimkinin ise farklı olduğu hususunda görüşlere sarılmak başlıca refleksimiz. Aynı düşmanın aynı darbelerine karşı ortak bir tecrübe geliştiremiyorsak ya da farklı tecrübeleri uyuşturamıyorsak her seferinde yapamadığımız şeyi bir daha tekrar ederiz; “ittihad-ı İslam”. Bu vakitten sonra yapılacak şey bu ittihat arzusunun gerçekleşmesi için fedakarlığa hazır olmaktır. Fedakarlığa razı olmadıkça ümmeti bir araya getirmek dilekten öteye gitmeyecek. Allah kullarının bu fedakarlığa hazır olduklarını gördüğü gün üzerinde ittifak edilecek kullarını da ikram edecektir. Bu Allah’a kolaydır. Bizim halimiz hiçbir batılı teoriyle çözülemez. Batılı teorilerin damarlarında gezindiği sosyolojik çözümlemeler bu ümmete yol çizemez. Allah bu ümmete yeni Hasan El Benna’lar versin.